YEŞİLÇAM’DAN BİZE KALAN

Benim küçükken şöyle hayallerim vardı; büyüyünce mahallenin en havalı kızı olacak, fabrikatör Cemal bey’in çapkın oğlunu dize getirecek, gündüz matinesine sinemaya gidip, limonata eşliğinde muhallebi yiyecektim. Esas oğlan, hususi otomobili ile eve kadar bana eşlik edecek, mahallede laf olmasın diye iki sokak ötede arabadan inecektim.

25.yaşıma girmeden, damat Ferit gibi filinta biriyle ailelerin bütün karşı çıkmalarına karşı evlenecek, mahalle düğününü de imece usulü yapılan yemeklerle gerçekleştirecektim. 

Mahalleden arkadaşlarla para biriktirecek, kendimize gazino açıp kapısına da fikis menü 10 TL yazacaktık. Eğer işimiz rast giderse ‘’ Şakirrrr’’ dışında, kahvedeki herkese çay ısmarlayacaktık.

Olur da hastalanıp yatağa düşersek mahalle doktoru ateşimizi ölçmeye gelecek, reçeteye ilaç yerine pirzola, meyve falan yazacak, paramız çıkışmasa da mahalleli kendi arasında toplaşıp yardıma koşacaktı.

Filmlerde her şey her zaman çok güzeldi. Kralımız taçsız ya da çirkin, ağamız züğürt, hocamız kel, Ömer’imiz turist, en güzelimiz domatestendi.

Filmlerde ilahi adalet 90 dakika içinde tecelli eder, kötü kalpli kim varsa eninde sonunda kaybeder, Bizanslılar her savaşta yenilir, bir zamanların fakir ama gururlu gencinin şansı  yıllar sonra  dönerdi. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur, mahallede düğün konvoyları kurulur, zengin kız fakir erkek, eninde sonunda birbirinin olurdu.
 
İngiltere kralı, rahmetli başkan kenedi, taçsız kral pele, bakenbauer, kaleci Mıyer, nadya komanaçi, bricit bardo ve Fenerbahçeli Cemil’in şöhretlerini borçlu olduğu bıçak, herkes kullanabilsin diye ucuza satılır, yanında verilen cibicibicis krem eşantiyondan sayılırdı.

Filmlerin sonunda 'Kahpe Bizans’ın yiğit güzeli' bile imana gelir, haçlılar bütün erkek çocuklarını öldürseler de bir Musa mutlaka sağ çıkardı.
 
‘’Bugünkü dersi doğada işleyeceğiz’’ diyen hocanın uçuşan etekleri vardı. Ve dağların yamaçlarında açan gelincikler. Çocukların dilinden öğrendik biz yurdumda fidanların ağaca, ağaçların ormana dönmesinin lazım geldiğini.

''Korkma; dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur'' diye öğüt veren Haşmet abi'ye inandık biz. 

‘’Yaşamak Müjgan gibi bir şeydir, ölmek de Müjgan yok demektir" diye seven Hüsnü’ler vardı bizi de böyle seveceklerine inandığımız.
"Hey yavrum hey !''

Başımıza ne zaman bir iş gelse, ömründe karıncayı bile incitmemiş olan ustalara güvendik biz. Dağ gibi adamlardı. İnandık ki hayat, bizi de koruyup kollayacak bir Yaşar ustayı mutlaka karşımıza çıkaracaktı.

Aşk ile ilgili tek arada kalmışlığımızın filmi, ‘’Selvi boylum, al yazmalım’dı''. Her izleyişimizde, İlyas’ı seçmekten vazgeçen Asya’ya kızar, sonrasında ise tercihini emekten yana kullanmasını daha vicdanlı sayardık. Buna inandığımız için belki de ortada emek varsa ‘’ Aşk mı, sevgi mi?’’ sorusunu yıllarca kendimize bile sormaya utandık.

Yeşilçam’dan öğrendik biz; hayatta her zaman iyilerin kazandığını, her acının tatlıya bağlandığını, davulun dengi olmayanla da çalındığını. Ne zaman ki büyüyüp hayata atıldık, işlerin böyle yürümediğini, esas filmin o zaman başladığını anladık. Çünkü küçükken fazla beklentimiz yoktu hayattan. Kalıcı anlaşmazlıklar yaşamazdık. Geç küser, çabuk barışırdık. Filmlerdeki kahramanlar kadar iyi insanlar değildik belki ama kötü de sayılmazdık. Bir ihtimal karınca ezmişliğimiz olabilirdi onun da telafisini geçe bırakmazdık. Ne hayata karşı zengin hayallerimiz ne de bu hayallerimizi gerçekleştirecek paramız vardı.  Anladık ki parasızsan samanlık seyran olmaz tutuşup alev alırdı.

Zamanla gördük; filmlerden alışageldiğimiz mucizeler gerçek hayatta altından kalkamadığımız acılara dönüyor, fakir oğlan zengin kız ile aynı okulda bile denk gelmiyor, gerçek hayatın getirdiği acılar filmlerdeki kadar kolay atlatılamıyordu. Çünkü etrafımızda bu acıların üstesinden beraber geleceğimiz dostluklarımız yoktu. Kıldan ince kılıçtan keskin güttüğümüz kinlerimiz vardı. Kolay affetmek filmlerdeki kadar kolay olmazdı. Hayata karşı ne kadar yıkılmaz durursak o kadar yara almaz sanırdık, gerçi yine de yıkılmadık ama ayakta da sayılmazdık.

Olduramadıklarımız vardı bizim. İlle de o mutlu sonu beklerken olamayacağını da anlamazlıktan gelişlerimiz. Bu yüzden hayattan yediğimiz feleğin tokadı saflığımıza denk geldi. Sendeleyişimiz, Sadri Alışık’ın ‘’Ne zaman gol diye sevinsek arkamızı dönüp baktığımızda ofsayt bayrağını kaldırmış bir hayat görüyoruz’’ lafını yaşayacağımıza pek ihtimal vermediğimizdendi. Geç anladık.

Ve maalesef biz, hayalden kalan kırıklarımız fiziksel olmadığından toplayıp ayağa kalkamıyoruz. O son noktayı koyma eşiğine geldiğimizde Sadri Alışık denen hergeleyi belki de ilk kez o zaman anlıyoruz. Gerçek hayatta yaşadığımız ikilemlerde gururumuzu seçip Müjgan’ı oracıkta bırakıveriyoruz.

Seni, hayatı pamuk şeker tadında geçen, gözleri dört defa lacivert olanlar değil, bizim gibi hayalleri ofsayta düşenler anlar Sadri abi.

Artık biz de senin gibiyiz; ağzı hep bozuk, arada komik, genelde hüzünlü, ama ille de aşık, ille de serseri...