KADER

ÖZGÜR İRADE

İLAHİ ADALET

Kader’in farklı açılardan farklı tanımları vardır. Vikipedi açısından bakarsan en genel geçer ve herkes tarafından da kabul görmüş şu tanım yer alır; bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlendiğine inanılan ezeli takdir.

Günümüzde insanların çoğu kaderi daha çok önceden hakkımızda verilmiş olan hükmün yerine getirilmesi olarak algılar. İşte hatayı en çok da burada yapar. Neden mi? Çünkü kimse iplerinden tutularak oynatılan bir kukla değildir bu dünyada. Yaratılışımız da buna müsait değildir. Olaya din açısından bakarsan zaten insan davranışlarına yön veren bir tanrı kavramı da oldukça mantık dışıdır. Şöyle düşünün; Allah kişinin bütün yapacaklarını kaderinde yazdığı için biz bunları  yaşıyorsak ve bunu da asla değiştiremeyeceksek din neden var? Kur’an neden indi? Neden yasaklar var ve bizi ‘’Yapmayın, yaklaşmayın’’ diye neden uyarır ayetler?

“Allah’a şirk koşmayın.” (Bakara Sûresi:22)

“Bile bile hakkı batıl ile karıştırmayın. Hakkı gizlemeyin.” (Bakara Sûresi:42/59)

“Allah size ölüyü, leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (Bakara Sûresi:173)

'' Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa erersiniz.” (Al-i İmran Sûresi:130)
 
Allah, insanları hür iradesi ile yaratmıştır ve biz hayatımıza kendi özgür irademizle verdiğimiz kararlarla yön veririz. Bu kararlarımızın sonucunda da yaşadığımız / yaşayacağımız her şey, kendi doğrularımızın ya da doğru sandıklarımızın karşılığıdır. Kader dediğimiz şey; hakkımızda önceden verilmiş olan hükümlerin olduğu ve bizim bu dünyada bu hükümler neticesinde hareket ettiğimiz bir şey değildir. Bizler, hakkımızda önceden verilmiş hükümlere göre alnımıza ne yazıldıysa onu yaşamıyoruz. Bizler, bu kararları aldığımız / alacağımız için ve bu şekilde bir hayat yaşamayı kendi irademizle seçtiğimiz için kaderimizde bu yazıyor.

İsra suresi 13-14  “Ve Biz, her bir insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Nitekim Kıyamet Günü onun önüne, (dünyada yapıp ettiği) her şeyi kayıtlı bulacağı bir sicil koyacak (ve diyeceğiz ki):”Oku sicilini! Bugün kendi hesabını görmek için sen sana yetersin!”

Konuya ilişkin daha önce  bir yazı okumuştum sözlük sitelerinden birinde. Yazıda bir ilahiyat profesörünün sorduğu şu soruya yer vermişlerdi. Bana göre kader kavramını en iyi anlatan şu soru, bütün tanımların en akla yatkın açıklamasını da içeriyordu. ‘’Güneş coğrafya kitaplarında yazdığı için mi doğudan doğar? yoksa doğudan doğduğu için mi kitaplar bunu yazar?’’

Kişinin kaderini tayin ettiği şey, sahip olduğu özgür iradesi ile bu dünyadaki seçimleridir. İşin tercih sahibi kul, yaratanı ise Allah’tır. Ve Allah’ın imtihan dünyası dediğimiz bu dünyada karışmak istemediği tek nokta da işte budur. Yaratılış ve dünyaya özgür irademizle geliş amacımız bellidir. Bundan sonrası bize kalmıştır.

Şems-8: ‘’ Hayrı ve şerri ve bu ikisinin hallerini öğretip bunlardan birini yapabilmesi için, insana seçme hakkı(irade) verene yemin olsun ki''

Zariyat – 56; “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısınlar ve bana kulluk yapsınlar diye yarattım''

İnanlar için bu dünya gelip geçicidir çünkü burası imtihan dünyasıdır. Asıl olan ahiret hayatıdır. Yani iyiler için cennet, kötüler için ise yaşasın cehennemdir. 

İyi de sonumuz baştan belliyse bu dünyaya neden geliyoruz? Zaten her şey baştan belli değil mi? Direk cennete ya da cehenneme neden gitmiyoruz? Dünyada yaşadığımız bu tantanaya ne gerek var?
 
Kader görüldüğü gibi sorulardan soru doğuran bir konudur. Allah’ın adaletine inanlar için bu soruların cevabı tektir ve basittir. İmtihan.

Allah, bizleri bu dünyaya gelmeden cennet veya cehenneme elbette koyabilirdi ama yapmadı. Çünkü yapmış olsaydı bizim inandığımız ve bütün dinlerin temel dayanağı olan o ‘’adalet’’ kavramı hükmünü yitirmiş olacaktı. Yaratıldığı anda cehenneme atılan birinin ‘’iyi de ben bunu hak etmedim ki. Ben neden cennete gitmiyorum? Ayrıca ben bu günahları işlemedim’’ deme hakkı olurdu ve şüphesiz bu isyanında haklı da kabul edilirdi. İşte doğar doğmaz cehenneme koyulan birinin bu serzenişinde dünyaya geliş nedenimiz yatıyor.

Bizler dünyaya yaptıklarımızı bu yaratılmış halimizle görmek için geliyoruz. Ahirette yaptıklarımızı kabul etmek ve dünya gözüyle de yaşayıp görmek için geliyoruz. Yani aslında bu dünyaya geliş amacımızın altında bile Allah’ın adaleti var.

İçinizde hala ''Eğer kaderimde hırsızlık yapacağım yazıldıysa ve ben hırsızlık yaptıysam bunun suçlusu kim? Allah mı? Ya da cinayet işleyeceğim yazıldıysa? Yaptıran kim, Allah mı? O zaman benim özgür iradem nerede?'' diye soranlar mutlaka vardır.

Konuya ilişkin Zakir Naik'in verdiği şu örneklemeyi paylaşayım;

Bir öğretmen sınıftaki öğrencilere, bütün bir yıl boyunca ders verdikten sonra yıl sonu sınavından önce, hangi öğrencinin sınavı geçeceğini önceden ön görür. Yani hangi öğrenci birinci olacak, hangi öğrenci sınavdan kalacak bilir. Peki öğretmen bunu nasıl öngörür? Öğretmen bilir çünkü birinci olacağını ön gördüğü öğrenci derslerine çalışır ve tüm sene boyunca verilen tüm ödevlerini yapar. Diğer öğrenci ise derslere katılmaz ve çalışmaz. Sınav gerçekleştiğinde ve sonuçlar belli olduğunda ise çalışkan öğrenci birinci olur ve diğer öğrenci de başarısız olur. Şimdi sınavdan kalan öğrenci, sınavdan kalması sebebiyle öğretmeni suçlayabilir mi? Sen benim sınavdan kalacağımı ön gördüğün için sınavdan kaldım diyebilir mi? Kim suçlanmalıdır? Öğretmen mi yoksa öğrenci mi?

Peki bütün öğrenciler sınavı geçsin diyerek öğretmen sınav esnasında öğrencisine doğru cevabı söyleyebilir mi? Evet tabi ki de söyler, böyle bir yetkisi vardır ama bunu yapmaz. Çünkü, matematik sınavında 2+2 kaç eder diye sorsa ve öğretmenin onca yol göstermelerine ve dersi anlatmasına rağmen öğrenci 2+2=5 yazsa öğretmenin bunu düzeltmesi adaletsizlik olur. Kime olur bu adaletsizlik? Sana olur, bana olur, gecesini gündüzüne katıp dersini çalışana olur, sınav sonrası sınıfta kalmaktan korktuğu için, derslerine dört elle sarılana olur.

İşte bu dünya da ahiret için böyle bir sınavdır.


Mülk suresi 2: O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O Aziz'dir (üstün ve güçlü olandır), Gafur'dur (çok bağışlayandır)

Allah, bu sınav için kuralları söylemiş ve iyiyi de kötüyü de göstermiştir. Bu hayatta seçim bizimdir ve ahiret, herkesin hak ettiğine kavuşması ve yaptıklarıyla yüzleşmesi için gereklidir dedik. Peki hesap görme neden bu dünyada değil de ahiret hayatında olacak?

Fatır 45 : “Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı dünyada tek bir insan bile bırakmazdı. Ama Allah onların cezasını belirlenmiş bir vadeye kadar erteler. O vadeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen görmektedir.

Geçenlerde, insanların hak ettiğini yaşaması ile ilgili bir konuda itirazı olan birinden şöyle bir tepki aldım. Diyor ki; ‘Herkesin hak ettiğine örnek vereyim.  Adam gidiyor 1 yaşındaki bebeğe tecavüz ediyor. Soruyorum 1 yaşındaki bebeğin ne suçu vardı da bu tecavüzü hak etti. Bebek imtihan oluyor demeyin bana, çünkü daha yeni yürümeye başlayacak ve hatta konuşamıyor bile yetişkin gibi. Yani kötü bir şey yapıp da karşılığını alsa amenna ama daha kötülük yapacak yaşta değil ki karşılığını alsın veya imtihan olsun.’’

Allah, kendisinin bile reddedilmesine izin verir ve insan iradesi ile yapılan hiçbir tercihe müdahale etmez dedim ve bunu defalarca tekrar ettim. Allah ahirette hakların teslimini yaparken, senden alır, benden alır, üstüne bir de kendinden koyar ve kişiye hakkını kendi nasibince verir. En azından biz inananlar için durum böyledir.

Allah’ın olmadığını düşünenler için durum şudur; bebek öldüğüyle kalacak ve tecavüzcüsü de eğer şanslıysa (!) kaçıp kendini kurtaracaktır. Olan yaşam hakkı elinden alınmış bebeğe olacaktır. Çünkü onlara göre bu dünyada olan bu dünyada kalır.

Allah’ın varlığına inanan biri için ise durum şudur; bizim bir ömür boyu itaat ve ibadet ederek kazanmaya  çalıştığımız muhteşem ebedi hayat, ona belki çok daha yüksek derece ile hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan ve bir ömür boyu imtihana tabii tutulmadan sunulacaktır. Asıl mükafatı o almıştır çünkü bu dünyanın çirkinliklerini görüp tecrübe etmeden cennete gidecektir ve benim inancıma göre bu dünya, ahirete kıyasla hiç de önemli bir yer değildir. Ayrıca sınava tabii olan bebek değil, kendi hür iradesi ile seçimi tecavüzden yana olan o kişidir.

‘’Madem bebeği cennete alacak o zaman niye önce sapığa tecavüz ettiriyor? Tecavüz ettirmeden alsa ya cennete? 

Enam 59: " Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin"  Bir yaprağın bile düştüğünden haberi olan tanrı, o kişi bu işi yaptığından habersiz değildir. 
''Ben tanrı olsam herkesi cennete alırım’’ diye devam etti arkadaş.

Şimdi şöyle;


1-    Bebek cennete gitmek için bunları yaşamıyor, bunları yasadığı için cennete gidiyor. Bebeğin cennete gitmesi sebep değil sonuçtur.

2-  Bu durumda Allah bilen, kul yapandır. Bizler, Allah bildiği için bir şeyleri yapmıyoruz. Biz ne yapacaksak, Allah onu biliyor ancak imtihan dünyasında olduğumuz için irademize karışmıyor.

3-  Allah herkesi senin gibi cennete almıyor. Bu tıpkı şuna benziyor. ‘’ Okula gidiyoruz ama sınava ne gerek var?  Neden öğretmen bizi sınava sokuyor? Neden herkesi geçirmiyor?’’ 

Eğer Allah herkesi bu sınavdan geçirirse derim ki Allah haksızlık yapıyor. Allah herkesi cennete koyarsa ‘’Ben çok iyi biriydim, hırsızlık yapmazdım, dürüst biriydim. Bu adam ise hırsız beş para etmez biriydi. Ama birlikte cennetteyiz. Bu adamı neden cennete koydun’’ diye sitem ederdim. Eğer adaletten bahsediyorsak ve konu ilahi adalet ise şüphesiz bu sitemimde de haklı kabul edilirdim. Ben, cehennemin gerekliliğinin de adalet kaynaklı olduğuna inanıyorum. Yani kötülüğü cezalandırmanın iyilik temelli olduğuna inananlardanım. Sen, herkesi cennete koyarak insanlara eşit davranıp onlara iyilik yapacağına inanmış olabilirsin ama ‘’Adalet’’ kavramını atlamış olursun. Ve sen, herkesi cennetine koyarak, en büyük adaletsizliği bahsi geçen bebeğe, işte o zaman yaparsın.

Bu dünyada karşılaştığımız haksızlıklar elbette vardır ve olacaktır da. Nerede savaşlar, açlık, hastalıkla savaşan insanlar  görsek ''Allah kurtarsın'' deriz. Ya da ‘’Neden kurtarmıyor''deriz. Hatta ‘’Onların kaderinde de bu yazılıymış’’ der geçeriz. Bugün Obezite  ile savaşan bir dünyada hala Afrika’da açlıktan ölen insanlar varsa eğer burada tartışılması gereken Allah'ın değil, insanın varlığıdır. İnsanın yaptıkları ya da yapmadıklarıdır. Halbuki bizim Allah’tan beklediğimizi Allah bize emreder ‘’Yapın’’ der. Ama bu pek işimize gelmez.

Nahl Suresi / 90: Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

Bakara Suresi / 195: Mallarınızı Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.

Ali İmran suresi / 92: Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.

Ali İmran suresi /104: İyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.

Bu dünyada inandığım bir şey varsa o da göz yumduğumuz, görmezden geldiğimiz, ‘’Ayy daha fazla bakamayacağım’’ diyerek hüzünlenip (!) kafamızı çevirdiğimiz her şeyden sorumlu olduğumuzdur.

Eğer burası bir imtihan dünyası ise ve kaderimizi de tercihlerimiz belirleyecek ise karşılaştığımız sarp yokuşların hepsine imtihan gözüyle bakmak gerekir.

Beled Suresi 12: “Fakat o sarp yokuşu (akabeyi) aşamadı. Bu sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin?. O, köle azat etmek veya salgın bir kıtlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetime veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.”

Ve yine bu dünyada inandığım bir şey daha varsa, o da görmezden geldiklerimiz ya da cesaret ettiklerimizle bu sınavın ya kazananı ya da kaybedeni olduğumuzdur.

Olur ya umudumuzun kırıldığı, dünyadaki adaleti gördükçe zayıf düştüğümüz hatta inancımızı sorguladığımız zamanlar olmuştur ve olacaktır.

Bakara suresi 155 : Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! 

İşte ne zaman böyle zamanlardan geçsek, imtihanı kaybedeceğimizi hissetsek, dayanılamayacak nokta dedikleri o keskin viraja gelsek, bir ayetin sıcaklığı sarsın içimizi ve bize şah damarımızdan yakın olana sığınacak gücü bulalım.

Al-i İmran / 139 : “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz’’ 

Unutmayın; Allah rolleri dağıtan değil tanıtandır. İlim bilir, irade seçer, kudret yapar. Akıl, irade,fıtrat, vicdan, peygamber ve kitap, kişinin kendi kaderini yazarken kullanacağı ışıktır. İşte sınavdan geçer not alacak olanlar bu ışıktan gözleri kamaşanlardır.

Selamlar

BİR YAHUDİ GÖZÜNDEN HZ.MUHAMMED



 Lesley Hazleton'ın Hz.Muhammed'in hayatını anlattığı kitabına ilişkin söyleşi çevirisidir.

İşinize derinlemesine odaklandığınız zaman, onun başkalarına nasıl göründüğünü unutursunuz. Benim gibi agnostik Yahudi değilseniz tabi. Yani benim gibi derinlemesine odaklandığınız şey İslamsa ve Hz. Muhammed’in  biyogrofisini  yazmayı daha yeni bitirdiyseniz dinleyicileriniz biraz tedirgin olabilir. Bu fotoğraf geçen yaz Abudabi’deki büyük şeyh Said Cami’sinde çekildi. Ve evet, şu ortadaki benim.



Kendimi çarşaflı olarak hiç hayal etmemiştim daha önce. Ama giriş için gerekliydi ve kendime şunu hatırlattım ‘’Kadını meydana getiren şey giysiler değildir’’. Ve derin bir nefes aldım. Ve çarşaf giymenin o kadar da şoke edici olmadığını fark ettim. Hatta neredeyse zarif hissettirdi ve cami de çok güzel olduğu için fotoğrafı internette paylaştım. Tepkilerden bazıları birazcık kafa karıştırıcıydı. Özetle şöyle diyen Müslümanlar vardı. ‘’Yaşasın Müslüman olmuşsun’’ ve özetle şöyle diyen Yahudiler: ‘’ şuna bak, Müslüman olmuşsun!’’

Tüm bunlar, anlık bir görüntüden çıkarılabilecek çok abartılı sonuçlar gibi göründü bana. Yani bu fotoğraf kesinlikle yoruma açık ve sorulması gereken soru şu : ‘’Neden?’’

Bu yorumların altında yatan varsayımlar nelerdi? Mesela, şimdi şu başörtüsünü başıma örtersem, bu bir haysiyet göstergesi mi yoksa saygısızlık mı? Yoksa sempatik bir jest mi? Yoksa haddini aşmak mı? Ya da şu an ne söylersem bir anlamı yok mu? Şu an tek odaklanabildiğiniz şey İslami bir başörtüsü takışım olduğu için bu böyleyse, neden bu kadar dikkat dağıtıcı? Bunun nasıl algılandığının benim şahsımla neredeyse hiç alakası yok. Algılama farklılığı, sizin önyargılarınızın ve beklentilerinizin bir sonucu. Ve ardından bana atfettiğiniz amaçlar listesinin… ‘’amaçlar listesi’’ şaşırtıcı bir kelime ve art niyetler, düşünceler ima ediyor ki durum buysa benim düşüncelerime bakalım o zaman.

Nasıl oldu da Hz. Muhammed hakkında yazmaya karar verdiğim sorusuna gelirsek, benim ilk tepkim,   ‘’ Nasıl olur da yazmam?’’ 

Tüm zamanların en etkili kişilerinden birinden bahsediyoruz. Dünyasını köklü bir şekilde değiştiren ve bizim dünyalarımızı değiştirmeye hala devam eden bir adam. Nasıl olur da bir çoğumuz onun hakkında bu kadar az şey biliyor? Nasıl olur da onun hakkında bir şeyler yazma fikri gerginlik olarak algılanıyor?

Benim düşünce alanıma hoş geldiniz. Geniş ve istikrarsız, değişken alana… Politika ve dinin kesiştiği bir alan burası.
Güvensizlik ve açlığın yenilenmiş atmosferini düşünün. Örneğin, o yaz. Hz. Muhammed’i karikatürize eden küçük ve zararlı bir youtube filmi, onlarca ölüme sebep olan protestoların kıvılcımını yaktığı zamana…

Burada söz konusu olan pek çok farklı amaçlar vardı. Hiçbiri de iyi olmayan…

İlkin, bu filmi yapan dar kafalı bağnazların amaçları…

Sonra, Kahire’deki, Suudiler tarafından finanse edilen ve filmi hemen alıp bir şov kaynağı olarak kullanan TV kanalının amaçladığı… Belki filmi daha önce gören 30 kişi varken şimdi milyonların görmesine sebep olan ve bir zamanların meşhur haber dergisinin amaçladığı…

Alanındaki sönükleşen tanınmışlığını tekrar canlandırmak amacıyla tüm dünyadan Müslümanların sokaklarda isyan başlattığını ima eden haberleriyle ki sadece birkaç yüz tane aşırı uç kişi varken sokaklarda hatta çoğunlukla birkaç düzine bir resmi kırparak neler yapabildiğini görmek çok şaşırtıcı…

Ve Hizbullah’ın liderinin amaçladığı. Suriye rejiminin kendi vatandaşlarına başlattığı zalim savaşın destekçisi olduğu için suçlanan lider, bu filmi, kendini İslam’ın savunucusu olarak gösterip affettirmek adına fırsat gören...

Ve Pakistan’ın demiryolları bakanının amaçladığı. Kendi yolsuzluklarını gizlemek için birkaç yüz bin dolarlık ödül teklif etmesi…

Ve klasik Amerikalı İslam düşmanlarının amaçladığı New York ve DC metro istasyonlarına nezaketsiz ‘’ biz ve onlar’’ posterlerini asarak ve bu görüşlerin arkasından giden bir sürü insan...





Tüm bu yaşananlarda, Hz. Muhammed’in kendisi neredeydi? Kendisine ve dolayısı ile tüm Müslümanlara şunu söyleyen Kur’an’ı dinleyen insan neredeydi? ‘’ alaylara aldırış etme, onları görmezden gel, onları kendi halinde bırak, yüzünü çevir’’ diyen Kur’an’ı dinleyen… ya da İsa’nın ifadesiyle: ‘’ onlara diğer yanağını çevir’’ diyen.

Hz. Muhammed bir yandan, bilindiği gibi, aleyhinde olan kişilerin saldırılarıyla çarpıtılırken öte yandan bazen de kendini onun savunucusu ilan edenlerin en sesi çıkanları tarafından da eşit derecede çarpıtılıyor. Tüm bunlar onun gerçekte kim olduğunun bilinmesini gittikçe daha kaçınılmaz yapıyor. Ama, onun hakkında yazılmış olan milyonlarca belki de milyarlarca kelime onun açığa vurduğu kadar belirsizleşiyor da. Ben bunlar arasında güçlükle yol almaya çalıştıkça gitgide tüm bu birikmiş gerilim yığını tarafından O’nu beli bükülmüş gibi hissettim.

Benim istediğim bu insan, gerçek bir hissedişti. Yaşadığı hayatın tüm karmaşıklığını ve canlılığını istedim. Kısaca Hz. Muhammed’i bir bütün olarak görmek istedim. Yani bu insanı çeşitli amaçlardan oluşan sanal bir mayın tarlasından uzak tutarak dini adanış ve duygusallık ve basmakalıplık ve peşin hükümlülükten de uzak tutarak.

Evimde yüzlerce cilt araştırma kitabı destesi varken bile benim en değerli araştırma gerecim masama iğnelediğim bu tek kelimelik hatırlatma: ‘’DÜŞÜN’’

İslam’ın kritik dönemecini dikkate alalım mesela, 610 yılında bir gece Hz. Muhammed’e olan şeyi...

Mekke’nin oraya gitmişti ve görünen o ki belki de bir iç sükuneti umuduyla o haleti ruhiye içinde en son umduğu şey vahyin, ilhamın kör edici ağırlığıyla karşılaşmaktı. Yani, o gecenin elimizdeki ilk rivayetlerinde beni vuran şey pek de orda ne olduğu değildi. Orda neler olmadığıydı…

Ne olmadı? 

Hz. Muhammed, dağdan, sevinçten havalara uçarak inmedi. ’’Yaşasın Allah’a sonsuz şükür!’’ diye bağırarak dağdan aşağı koşmadı. Nur ve neşe saçmadı. Kendine eşlik eden melekler korosu, ilahi müzik yoktu. Coşku yoktu. Zevkten mest olma yoktu. Altın bir hale sarmamıştı onu ve gelen vahiy, Kur’an’ın hepsi bile değildi. Sadece kısa beş ayet… 
Kısacası, kendisine tepki göstermeyi kolaylaştıracak hiçbir şey yapmadı. Bu vahiy tecrübesini, dünyevi kişisel hırslarını gizlemek için icat etmiş diye eleştirebileceğimiz hiçbir şey yapmadı. Tam tersi kendisine atfedilen kelimelerle söylersek, ilk başta, başına gelen şeyin gerçek olmadığına ikna olmuştu en iyi ihtimalle, halüsinasyon olduğunu düşündü kendi zihninin kendine oyun oynadığını, en kötü ihtimalle de kötü bir cinin saldırısına uğradığını, belki bir ruhsal varlığın kendisini aldattığını, hatta içindeki hayatı ezdiğini…

Aslında ilk aklına gelen, en yüksek uçurumlardan atlamak ve yaşadığı bu şeyin korkusundan kaçmaktı. Tüm bu tecrübeye bir son vermek.

O gece işittiği kelimelerin kendi içinden mi yoksa dışardan mı geldiğine hangisine inanırsanız inanın görünen o ki, Hz. Muhammed’in bu tecrübeyi yaşadığı kesinlikle açık. Ve bu dünyadaki kendisini algılayış biçimini dönüştürecek bir güçle yaşadığı da açık. Dolayısıyla, bu başlangıçta yaşadığı panik halindeki kafa karışıklığı bu aşina olduğu her şeyden kopuş bu zihnin kavrayabileceği her şeyden daha geniş olan bir güç tarafından kaplanmışlık hissi beni tamamen gerçekmişçesine bir hisle çarpıyor.

Bence, tek akla uygun tepki, böyle bir tepkiydi. Tek mantıklı tepki, tek insanca tepki … Ve bu verdiği tepki, benim Hz. Muhammed’i bir sembol olarak değil fakat bir insan olarak görmemi sağladı.

Bir insan, komplike bir insanoğlu ve hayatının sıra dışı kavislerini takip etmemi ihmal edilmiş yetimden, alkışlanan lidere, ötekileştirilmiş yabancıdan en üst düzeyde benimsenmiş birine, güçsüzlükten güce…

Baştan beri bildiğim bir şey şuydu; bu dikkat çekici hikayeyi adil bir şekilde ele almam gerekiyorsa ve onu sayfalarda canlandırmam gerekiyorsa, o, iyi niyetle / temiz bir inanışla yazılmalıydı. Aslında bunun biraz ironi olduğunun farkındayım. Burada agnostik birisi karşınıza çıkmış, temiz inanıştan bahsediyor. Ancak şimdiye kadar o kadar çok kötü inanışlar oldu ki (akla gelecek her türlü anlamda) biz bunu aşmak zorundayız. Hepimiz…

Dindar veya laik olalım. İnançlı, Ateist ya da ikisinin arasında bir yerde olalım. Sonuçta aşırı uçtakilerin söylemlerinden ve yaptıklarından hepimiz etkileniyoruz. Şimdilerde, dünyanın küçücük bir köşesinde olanlar tüm  dünyada yankı buluyor. Ama ister Tahran’da ister Tel Aviv’de yaşayalım,  ister New York’ta ya da Yeni Delhi’de…

Yine de bir seçeneğimiz var; reddedebiliriz.

Reddedebiliriz derken, öfke ve şüphe tarafından yönlendirmemize izin vermeyi reddedebiliriz.

Onların dar bakış açılarını, çizgi-roman çarpıklıklarını reddedebiliriz...

Onların küçük zavallı akıllarını da…

Bu gidişatı ıslah etmek / ileriye taşımak zorundayız. Bütün yönleriyle. Basmakalıplılığın ötesine,  aceleci kararların ötesine, başörtülerin ötesine…

Hz. Muhammed’i bir bütün olarak görmemiz gerektiği gibi birbirimizi de bir bütün olarak görmeye başlamamız gerekiyor.
İyi niyetle, temiz bir inanışla….







BEŞİKTAŞLI OLMAK


Şimdi yoldan geçen birini çevirsem ve ‘’Beşiktaşlı olmak nedir’’ diye sorsam muhtemelen vereceği cevap -eğer Beşiktaş'lı değilse- ‘’Başka bir takımı tutmayıp  Beşiktaş'ı desteklemek’’ olacaktır. Denk geldiğim kişi eğer Beşiktaş'lı ise bunun haklı gururu içinde neden Beşiktaş'ı tuttuğunu ve Beşiktaş'lı olmanın kendi açısından geçerli sebeplerini anlatacak, anlatacak, anlatacak ama sonunu ‘’ Beşiktaş anlatılmaz abi yaşanır’a'' bağlayacaktır.

Ben de kalkıp Beşiktaşlı olmak şöyle iyi, böyle güzel desem eminim kimse bir şey anlamayacaktır. Nitekim herkesin tuttuğu kendinedir ve kendi takımları diğerlerine göre en muhteşemidir.

Beşiktaş ne kendinden övgüyle bahsedilecek Avrupa başarılarına ne de müzelere sığmayan kupalara sahiptir. Bu herkesçe de malumdur. Zira taraftarı da bunu baştan kabullenmiş neyse ki sevinmek için sevmemiştir.

Peki dillere destan başarıları olmadığı halde bir takım, nasıl olur da bu kadar tutulur? Futbolcusu ayrı, taraftarı ayrı sakat bu takımda ne vardır da seveni bu kadar çoktur?  Nasıl olur da anasını, babasını, karısını kocasını, çocuğunu gün olur reddeder de öldüğünde Beşiktaş bayrağı ile mezara gömülür?
 

Anlatayım.

Ben Kadıköy’de, Fenerbahçe mahallesinde büyüdüm. Nüfusa kayıtlı olduğum yer de hala orası. Doğma büyüme Fenerbahçeliyim desem yalan olmaz. Mahalle de Fenerin dere ağzı tesislerinin orada. Mahalleden ya da okuldan arkadaşlarla –’90’ların başı- yakın olduğumuz için antrenmanları seyretmeye giderdik. Futbolcu abiler de hepimizi tanır, yanımıza gelir hal hatır sorardı. Aramızdaki çoğunluk renkliydi, siyah beyazlı olan ben ise tek. Nielsen vardı sarı, çok yakışıklıydı kızlar paso onun için gelirdi. 
 

İlkokulda sevdiğim bir kız arkadaşım – Selen - vardı. Bu kızla teneffüs aralarında, bulabildiğimiz en koca taşı bulur ve tek kale maç yapardık. Beşiktaş'lı olduğunu öğrenince hem şaşırmış hem sevinmiştim. Hatırladığım kadarıyla o yaşlarda bizden başka Beşiktaşlı da yoktu sınıfta.  Ben de Beşiktaş'ı kimse tutmuyor diye tutuyordum. Taraftarı yok diye üzülüyordum sanırım.

Bir gün yine maç yaparken düşüp dizimi yarmıştım (İzi hala durur). Kendi çabamla sardığım diz derste kanamaya başladı. Ama öyle böyle değil oluk oluk akıyor kan. Sağ olsun kız aldı atkısını hocadan gizli dizimi sarmaya başladı. Sonrasında hiç unutamadığım gün oldu, aklımda kaldı.

O yıllar maçları genelde radyodan dinlerdik akşamları da TRT özet geçerdi. Beşiktaşlı futbolcuları gördüğümde, duygusallığımın verdiği yetkiye dayanarak galip de gelsek hüzünlenip ağladığım çok olmuştur.

Mahallede halı saha maçları olurdu. Adam bulamayınca abim ve arkadaşları beni kaleye koyardı. Kaleyi bana emanet ettikleri için kendimle gurur duyardım. Ne bileyim yoksunluktan bana kadar düştüklerini. Neyse. 

Bir zaman sonra mahalleye bizim yaşlarda Kaan diye bir çocuk taşındı. Önceleri sessiz sakin gelirdi bize, fazla muhatap olmazdık. Sonraları tanıştık kaynaştık falan. Gel zaman git zaman bu çocuk mahallenin vazgeçilmezi oldu. Oyunları o organize eder, kavga dövüş zamanları araya girip herkese hakkını teslim ederdi. Kimse de itiraz edemezdi. Sokak köpeklerinin çok olduğu yerlerden geçerken korkardım gideceğim yere kadar bana eşlik ederdi. Öğrendim ki o da Beşiktaşlıydı. Sanırım ona aşıktım. Anladım ki Beşiktaşlılık; mahallenin en yakışıklı, en zengin, en popüler çocuğuna aşık olmak yerine, en adil, en koruyucu çocuğuna aşık olmaktı. Ben sarışın sevmezdim ama sarıydı. Onu tercih etmemde sanırım Beşiktaş da biraz ağır bastı.

Okuduğum ortaokul Fener stadının hemen yanındaydı. Tribüne adını veren o okulda -Kenan Evren - okudum (Şimdi adı neyse ki İstanbul Anadolu lisesi oldu) maçlar genelde gündüz oynanırdı ve maç günleri stada bakan sınıflarda ders olmazdı. Biz ya pencerelere hücum eder maçı izler ya da okuldan kaçıp maçlara kaçak girerdik. Maç öncesinde ise üstümüzde okul forması elimizde flamalarla, takım otobüslerinin gelmesini beklerdik. Hem mahallede hem de okulda çoğu arkadaş Fenerliydi. Kızların da çoğu kokoştu, sarıydı ve Galatasaraylıydı. Görüldüğü gibi benim de renkli olmam için şartlar oldukça elverişliydi. Ama değildim. Beşiktaşlıydım.  

O zamanlar okulda kızlar arasında halı saha turnuvaları vardı. Maçlara herkes renklileriyle çıkardı ben yine tek.

Bir gün – günlerden Çarşamba, yıllardan ’93- Fenerbahçe  Beşiktaş kupa maçı var. Ders öncesi kapıda takım otobüslerinin gelmesini bekliyoruz. Koca otobüsün dar bir alandan geçeceğini ve ışıklara takılacağını bilirdik. Bu demek oluyordu ki futbolculara el sallamak, şımarıklık yapmak bazılarımız için hareket çekmek kadar vaktit vardı. Neyse baktım Beşiktaşımızın otobüsü geliyor. Kıvrıldı otobüs ve durdu tam önümde. Oha baktım sergenin kulakları. Hemen arkasında Feyyaz oturuyor. Göz göze geldik, bana göz kırpıp gülümsedi. Ben ömrümde öyle güzel gülen adam görmedim. Bütün kadro oradaydı. Ali, Metin, Recep, Rıza…Okullu bebeleri görünce cama yanaşıp selam verdiler. Tabi yine herkes renkli ben tek.

Aha fenerin otobüsü geldi, şimdi arka arkayalar. Tanju’yu gördüğümü ve bana bakıp garip hareketler yaptığını hatırlıyorum. Bu hareketlerden anladığım, Beşiktaşlılığı hiç yakıştıramamış bana. Umurumda mı? Salla.

Beşiktaş’ımızın otobüsü yavaş yavaş gidiyor ve ben hızlı hızlı koşuyorum arkasından. Ne koşmak ama.

O gün heyecan nedir, gurur nedir, mutluluktan ağlamak nedir? deneyimleyerek öğrendim ve o günü hiç unutamayacağımı yine o gün anladım. O gün herkesin rengarenk flamalarına karşı bir inattım. Ve o gün futbolcuların beni alkışlaması ile taraftarlığımın onayını aldım. 

Nah değişirdi tuttuğum takım o saatten sonra.

Yıllar geçti üzerinden ve şimdi anlıyorumki Beşiktaş, şu hayatta aklım ve kalbimin onayladığı tek şeydir. Takım tutmak başka, Beşiktaş'lı olmak başkadır bizim için. Her takım taraftarının kabul ettiği bir şey varsa eğer bizde, o da Seba’dan kalan o duruştur. Ha alınmaca gücenmece yok aramızda yamuk çıkan var mıdır vardır ama azdır. Beşiktaşlı olmak, bir takım taraftarından çok daha öte olmaktır.

Kuraldır; Beşiktaşlıysan eğer efendiliğini bozmayacak, şerefsiz şampiyonluklar yerine şerefli ikinciliklerin ile  gururlanacaksın. Şampiyonsan eğer rakibin acısı varken zafer çığlıkları atmayacaksın. Rakip takıma verilen haksız kartlara önce sen itiraz edeceksin. Derdin sadece sahada oynanan futbol olmayacak, memleketin derdiyle de dertleneceksin. İsyanın haksızlıklara karşı olacak ve bunu tribünlerden haykırmaya devam edeceksin. Futbol senin için asla sadece futbol olmayacak. Her şeye ve herkese rağmen ' İLLAKİ VİCDAN'' diyebileceksin.

Sen ‘’Sesi gür vicdanı hür'' Beşiktaş taraftarısın. Sikimsonik cezalarla tribün yasağı adı altında susturmaya yeltenseler de susmayacaksın. Herkesin sustuğu yerde konuşan biri varsa o da sen olacaksın. Polisten önce Çarşıyı arayacak adam tanıyorum lan ben bu ülkede. Velev ki Beşiktaşlısın, iş başa düşerse gerekirse güvenliği de sen sağlayacaksın.  

Beşiktaşı Beşiktaş yapan şey başarılarla dolu geçirilen sezonlar değil, işte bu duruştur. Bu duruşu asla bozmayacaksın. Bozmaya niyetlendiysen eğer yallah başka takıma.

Biz namağlup şampiyonluk yaşarken de Liverpool’dan hatırı sayılır golleri yerken de hep aynıydık. 

Hiçbir zaman banko maç oynayamadık. 5-0 yeniyor olsak da, o son düdük çalmadan galibiz diyemedik.

Yeri geldi hakemlerden gol yedik, yeri geldi ''İnsan sevdiğine kızamazmış'' dedik, affettik.

Maç izlerken tansiyon aletini, dil hapını yanımızdan hiç eksik etmedik. Buna rağmen yine de  ‘'Beşiktaş hayattır, hayatta Beşiktaş’’ dedik. Belki de sırf bu yüzden, Ülke'nin en renkli takımı aslında bizdik. 


Ali Lidar’ın Beşiktaşını okurken anladım ki Beşiktaş'lı olmanın sebepleri farklı olsa da sonuçları hep aynıydı.

İlk kez itiraf ediyorum. 

Beşiktaşlıyım; çünkü kanayan yaramı o gün bir Beşiktaşlı sardı.

Beşiktaşlıyım; çünkü mahallede beni koruyup kollayan da Beşiktaşlıydı.

Beşiktaşlıyım; çünkü Feyyaz o gün bana gerçekten çok güzel güldü.






YA SEN KİMSİN YA?


Bu soru, Türkiye’de yaşayanların 15 yıldır en çok duyduğu sorudur ve muhatabı kendim kadar herkestir.

Orta yaşı geçtim hala soruya verecek net bir cevabım yok. Biliyorum ne dersek diyelim sorunun doğası gereği bizden beklenen o cevap kabul görmeyecek. Verilecek her cevaptan bir itiraf beklenecek. ‘’Biz hiçbir şey değiliz’’ desek de ''İllaki bir şeysindir'' diye diretilecek. Çünkü -birilerine göre- Atatürk’ü seversen putperest, memleketini seversen faşist, anadilde eğitim dersen bölücü, namaz kılarsan yobaz, oruç tutmazsan dinsizsindir. Çünkü bu ülkede sen ne yaparsan yap, birilerine göre hep ötekisindir.

Dünden bugüne öyle şeyler yaşadık ki hala arada bir nefesimizi kontrol ediyoruz. ‘’Ölmüşüz de gömenimiz mi yok?’’ diyerek kendimize çimdik atıp duruyoruz. Ne kadar şansa doğduysak, şu ara o kadar şansa yaşıyoruz. Kolay değil, acının rehberlik edip ölümün gözümüze sokulduğu yıllardan geçtik. Ama tüm bunları yaşarken, yeri geldi benliğimizi, kimliğimizi bir kenara itmesini de bildik. Zenginliğimiz çeşitliliğimizdendi bunu bir size öğretemedik.

Yaşanılan her acı tecrübe bizi biraz daha birbirimize yaklaştırdı. ''Seve seve'' ortak paydada buluşmayı öğrendik. En ‘’Ayrıştılar’’ denilen zamanlardan geçerken bütün ötekiler birleştik. Ne zaman bir haksızlık görsek dilimizi, dinimizi, uyruğumuzu, kuyruğumuzu bir kenara bıraktık. Biz bu ülkede, vicdanımızla baktığımız her olayda insanlığımızı hatırladık. Ortak acı bitince geri halimize döndük o ayrı.

3-5 kişi bir araya gelsek makul olmayan kalabalıktık sizin gözünüzde, ‘’Dağılın lan’’ dedikçe çoğaldık. Halbuki biz, kendimizden ziyade biraz da ötekiler için meydandaydık. Ses ettikçe tekmelendik, tekme yedikçe öfkelendik ‘’Tanıklık ettiğimiz tarihin ta içine tüküreyim’’ dedik  ve öfkemizi yine kendi içimize hapsettik.

Şimdi yeni bir günün ilk dakikaları. Hissedilen acılar dün ile aynı. Acılara karşılık akılda yankılanan hep aynı soru..

Ya sen kimsin ya?

Ben; tacize verilen tavizle istismar edilen çocuklardan biriydim.

Berkin'in kartal kaşları ve meydanlarda yuhalanan annesi.

Henüz 14 yaşında, kendisinden 20 yaş büyük biriyle evlendirilmesine ses edilmeyen "Benim büyük hayallerim yoktu zaten, ama okuma yazma bilmeyi isterdim" cümlesindeki iyi niyettim.

Cumartesi isyanıydım, oğlu göz altında kaybolan bir annenin. 

Yüzlerce insanın öldüğü maden kazasının ardından dağıtılan oyuncaklar arasında babasını bulamayan, o yetim kalandım. 

Eve dönüş minibüsünde Can’ı giden Özge ve Ali ismail'dim, korkmazdım ama canımı aldı o son tekme.

Ben; ille de barış derken, otobüsü beklerken, işten henüz çıkmışken hatta olduğum yerde durmuşken, Suruç’ta, Reyhanlı’da, Diyarbakır, Sultanahmet, Ankara’da patlayan bombalardan artakalandım.

Bir şarapnel parçasıyla can verip, kaldırıma yığıldım.

Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim vardı. Ve yarım kalmış kelimelerim. Şimdi ise bu kelimelerle cümleler kurmak size kaldı.

Vasiyetimdir; Tüm yaşadıklarımı vicdanınıza bırakıyorum.